bektas

bektas

29 Aralık 2023 Cuma

Devrimci ölür mü?

 Devrimci ölür mü? 

Ne de güzel çarpıyordu kalplerimiz o yıllarda?.. Mitingler, konferanslar, protesto yürüyüşleri… Her biri düzene karşı koyan eylemler… Sisteme karşı değildik, yok!.. Sistem yürütücülerine karşıydık… Sisteme karşı olmak, sistemi yıkıp yerine yeni sistem yapmak çok daha kolaydı; sistemi, sistem içinde düzeltmekten.. Biz zoru seçmiştik... 


Çok gençtik… “Kemalist” sıfatı 20 li yaşlarımızda söylenmişti mesela. Sosyalist olmak daha havalıydı. Marjinaldi Kominist olmak. Karşıyız demek ve Küba dışındaki ülkelerin neredeyse tamamının terk ettiği köhne sistemleri bir kurtuluşmuş gibi yansıtmak bize o kadar da modern gelmiyordu. Bizim enternasyonel ideolojiler yerinde tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi bu topraklara özgü, karma bir sistem üretmeyi doğru buluyorduk. Dev-Genç marşını da söylerdik, İzmir marşını da. Tek önder vardı bizim için; Mustafa Kemal… O kurdu diye CHP’li olmuştuk. CHP yönetimlerinin (o gün de bu gün de) başka bir partiye taşısan yüzde 2 bile oy almayacak olması bizi hep sinirlendirirdi sinirlendirmesine de, öfkemizi partimizden çıkarmazdık. Lanet olsun CHP lileriydik… Kızıp öfkelenip, sandığa gittiğimizde yine basardık mührü “Altıok” a…


Sabahlara kadar vatanı kurtarırdık. İktisat felsefelerini tartışırdık. Sosyoloji bilirdik, insanı tanırdık. Bir ilk okula bilgisayar laboratuvarı yaptırmıştık; hiç birimizin evinde bilgisayar olmamasına rağmen!.. Bilmemek cahillikti ve bilgiyle barışmamış her kişi yalınlaşırdı, yalnızlaşırdı. Hepimiz şehirlerinin en aktif, en lider gençleriydik… Bir gece, Kemalist Gençler Birlikteliği diye bir şey kuralım diye bir fikir gelmişti aklıma. Ertesi gün Eskişehir’in 6 gençlik örgütü dahil olmuştu bile bu oluşuma… 


Kadrola, işler, makamlar teklif edilirdi. Tek şart Oncu, Buncu olacaksın… Hepsini reddederdik. Bizim için tek tarafında olduğumuz kişi Mustafa Kemal’di ya… Kimsenin alt kadrosunda olmamamızı herkes çok severdi, ama bir yandan da kimse bizi sevmezdi. Deniz Gezmiş’in Mustafa Kemal yürüyüşü yapan tarafıydık biz. Damarımızı kessen “kalpak” akardı. 


Gece afişlemelerini çok severdik. Tüm gece afişleme yapardık ve sonrasında bol sarımsaklı işkembe çorbamızı içer, kendi harçlıklarımızla tuttuğumuz lokalimizin üst katında bayraklar üstünde uyurduk… O uykularda ne rüyalar görürdük bilemem ama  en güzel dostlukları kurardık!..


Devrimci atardı şah damarımız. Ülkeye devrim getirmek değil, 1923 devrimlerinin uygulanmasını sağlamaktı devrimciliğimiz. Karşı devrimin sürekli canavar gösterdiği devrimcilikten, o dönemde dinsizlik olarak gösterilen laiklikten, ümmetçiliğin en büyük düşmanı halkçılıktan, en büyük aşkımız cumhuriyetçilikten, etnisite temelli olmayan milliyetçilikten ve ekonomik model olarak devletçilikten ödün vermedik… Sağ görüşlü arkadaşlar bizi terörist ; marjinal sol görüşlüler faşist ilan etmişti bu kavramlar karşısındaki en büyük inadımız yüzünden. Biz zor yolun asil şövalyeleriydik… Kimsenin bizi nasıl tanımladığı önemli değildi…


Sonra ne oldu? Dağıldık. Şehirlerimize dağıldık. Hayatın koşturmalarına attık kendimizi… Hep eleştirdiğimiz adamlar biz olduk. “Eski” bizde kırmızı bir aşktı, sevdaydı… İdeolojik türküler çıktığında radyonun sesini biraz daha açmaktan öteye gidemese de bu duyarlılığımız; çoğumuz ruhlarımızı kaybetmedik. Satmadık hiç birimiz kendimizi oligarşiye…


Şimdi?.. Şimdi insana dokunuyoruz. En büyük ideoloji insan değil mi zaten? Kimimiz doktor oldu, kimimiz avukat, kimimiz öğretmen oldu, kimimiz ayyaş; bendeniz mesela emlakçı oldum. Ama hiç birimiz 20 li yaşlarımızın duyarlılığını kaybetmedik. Ve ümidimizi hiç bir zaman yitirmiyoruz. 


Bu yazıların kaleme alındığı saatlerde Suudi Arabistan’da oynanması gereken Süper Kupa maçına çıkmamıştı 2 güzide takımımız. Atatürk yoksa biz de yokuz demişlerdi. O kadar para harcayarak oraya giden taraftarlar da takımlarını protesto etmek yerine “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye tribünlerde slogan tutuyorlardı… Al sana gelecekle ilgili ümit ışığı… İstiklal marşında söylendiği gibi;  “sönmeden yurdumun üstünde son ocak”; bu umut dağı asla yerle bir olmayacak…


Geçmiş olduğumuz gün bir devrimci kardeşimizi, abimizi; yoldaşımızı kaybettik… Devrimci arkadaşımız Ahmet. Işıklar yoldaşın olsun. Devrimci ölür mü? Herkes ölür… Mesele ölüp ölmemek, ya da ne kadar yaşadığın değil; mesele nasıl yaşadığındır… 


Nihayetinde devrimci ölür; devrim yürür!…

1 Mart 2023 Çarşamba

İnsanı gördüm

 Doğdum, insanı gördüm…


Büyüdüm, aileyi gördüm… Nerede doğduysam oralı oldum. Diğer yerleri eleştirdim, küçümsedim… Ailenin bak bak en zeki bizim çocuk egolarıyla büyüdüm, egoyu gördüm…


Okullara gittim. Hocaları gördüm. Asla güncel olmayan bilgilerle matematik ve ekonomi dinledim. Eğrileri çarpanları teoremleri gördüm. Günümüzde hiçbir işe yaramayacak bilgilerle test edildim, sınava tabi tutulmayı gördüm…


Ve aşkı gördüm. Hiç bir çıkara alet edilmeyecek kadar temiz, saf sevgiyi gördüm. Kayıtlara girmeyen bir kurşunun bir kızın ömrünü, bir erkeğin hayallerini çaldığını gördüm…


İktidarlar gördüm… Yıkılmaz denilen otoritelerin bir günde yerle bir olduğunu gördüm. Hizip gördüm, çıkarlar uğruna tüm benliğin satılabileceğini gördüm…


Salgın gördüm… Bütün dünyayı etkisi altına alan; hepimizin 2 şer senesini ve bazılarımızın sevdiklerini çalan illeti gördüm. Koca koca bakanların, halkının gözünün içine baka baka yalan söylediğini gördüm… Kurumsal ağızla söylenen yalanları gördüm…


Depremi gördüm. Çok değil 3 sene önce şehrimizde yaşarken depremi çığlık atan çocukları, ağlayan babaları, cansız bedenleri gördüm… Mahşer günü bu derken, 113 canı ve özgüvenlerimizi toprak altında bırakırken, dünyanın sonunun geldiğini haykırdığımızı gördüm. 


O depremden 3 sene sonra bu defa Kahramanmaraş, Hatay ve bölgesindeki depremi gördüm. 50 bin kişinin öldüğü bu deprem sonunda 1 tane bile istifa çıkmamasını gördüm. Allah’a sığınanları da gördüm O’nu sorgulayanları da… Yöneticilerin insanların gözlerine baka baka deprem sonrası tahtibatlarla uğraşmak yerine Ahbap gibi gönüllü sivil toplum kuruluşlarıyla, statlarda “istifa” diye bağıran insanlara terörist demelerini gördüm… “istifa” çağrısını hükümetten değil üyesi olduğu kulüpten olarak algılayan şaşkınları gördüm… Büyükler olmasa da ufak tefek müteahhitlerin sorgulandığı, inşaatlara onay verenlerin görmezden gelindiğini gördüm…


Depremde yağma yapanları, battaniye ve çadır fiyatlarını ikiye katlayan esnafı, kira rakamlarına deprem günü fahiş artış koyan ev sahiplerini gördüm… Çıkarı gördü…


Ve insanı gördüm…

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Bu Defa Harbiden Mucize

Korkmadan, hiçbir yapmacıklığa kaçmadan kendimi koydum bu yazıya.. Nasıl bu kadar cesaretli olabildim, onu da bilmiyorum. Yazmak iyi geldi her zaman, belki de ondandır. Ya da yazmak, en kolayıydı aslında…


Bu gece sana bir fevkaladelik anlatmak istiyorum. Seni, sana anlatacağım. 


Daha önce hiç kimsenin vermediği bir mutluluk vermek istiyorum sana. İçimdeki coşkunun bir zerresini versem zaten inanacaksın bana. Sana daha önce hiç kimsenin seslenmediği kadar içten ve yakından seslenmek istiyorum. Hücrelerimin her bir tanesi tanıklık yapacaktır ki bana; güzellikleri, ama sadece güzellikleri barındıran bir gelecek vermek istiyorum sana. Gecenin öyle bir saatinde gelmek isterdim ki sana, hiçbir ardına bakmadan dinleyebil beni. Geçmişin tüm tahribatlarından arındır kendini… Ve her bir tümcemde, içten gelen her bir cümlemde beni bul. Çünkü beni bulduğunda kendinle yüzleşeceksin bir bakıma. Ben senin küçük yansımanım sadece…


Bu gece sana bir mucize anlatmak istiyorum. Seni, sana anlatacağım. 


Beğenmiyoruz hiçbirimiz dünyanın geldiği neticeyi, evet. Lakin bir istisna olamaz mıyız sence? Sevmeye yıllardır kurulmamış yüreklerimizi yeniden kursak mı ne dersin? Yaşamın gri olan her noktasını, küçük bir fırça darbesi ile gönlümüzce boyasak? Ve benzemesek hiçbir yığınlaşmış, tepkisini yitirmiş insan sürüsüne? Bu gece sadece seni yazmak istiyorum. Sen, sevginin kalbimdeki isyanı… Sen, güzel sözlerin sadakatle imtihanı… Sen, bir sergüzeşt yaşamın kıyısında…


Bu gece sana bir muhteşemlik anlatmak istiyorum. Seni, sana anlatacağım. 


Güzel olan, doğru olan, erdem olan ne varsa peşinden gitmeye adamaktır gayem. Güzel olanı, doğru olanı; dahası erdem olanı sende vücud buldurmaktır. Hiç kimse bunu yapmaya bu kadar yakışmamıştı, bu bir özlemdi geçmişten gelen… 


Belli belirsiz ayarlamıştık oysa kendimizi hayatın rutinine. Yaşam, bize küçük zaferleri rüşvet olarak veriyordu. Bizler de “miş” gibi yapma oyununu oynuyorduk. Hakikaten, daha önce söylemiş miydim en sevdiğim oyunun “miş gibi yapmak” olduğunu? Hayatın bizlere biçtiği daracık gömleklere nasıl da sığmayı başarmıştık?!


Mutlu muyduk? Sahte bir mutluluk dünyası çizdiğimizden bu soruyu sormuyorduk kendimize. Nereden çıktın hakikaten sen? Öylesine sahteliğe inandırmıştık ki kendimizi, uydurduğumuz yalanlara kendimiz de inanıyorduk. 


Bu gece sana bir isyanımı anlatmak istiyorum. Seni, sana anlatacağım. 


“İsyan” ne büyük kelime… Söylerken bile içi ürperiyor insanın. Günümüz sevgilerinin tükettiği her şablon ilişkiye inat, güzel bir isyan türküsü olmalı ismin dudaklarımda. Her koştuğum zaferleri bir kenara bırakamayacağımı sanıyorsun değil mi? Kurduğum ihtişamlı geleceği risk edemeyeceğimi düşünüyorsun belki de… Prensip denen parangalarımdan kurtulamayacağımı? Güzel insan olmanın verdiği tüm şımarıklıkla, her şımarıklığın beraberinde gelen özgüvenle, her özgüvenin doğal kimyası olan gür sesle konuşma hevesiyle yazıyorum ki; bu bir mucize. Yaşanılası, heybetli bir mucize…

7 Mayıs 2021 Cuma

Her gece biraz soğuktur...


Her gece biraz soğuktur. Sesler daha gür çıkar geceleri. Her yer sessizdir, her bakış sessizdir, her ses biraz daha sessizdir. Gündüzlerde yitirdiğimiz duygulardan kaçamayız geceleri. Karanlıkların içindeki duygu selinin tetikçileri oluverir düşüncelerimiz. Kapatıveririz kendimizi düşlerimizin zindanlarına.

 

Hepimiz biraz o zindanlarda yaşamıyor muyuz? Hepimiz biraz titrek değil miyiz gecelerin bizlere söylediği dürüstlük şarkılarını duyduğumuzda? Yaşamın girdaplarında bir o kadar boğuşmuyor muyuz karanlık çöktüğünde? 

 

İşte karanlıklar içinde tek gerçek fısıldar bize ne kadar yalnız olduğumuzu… Yalnızız. En yakınımızdakilerin ne kadar sahte olduğunu öğreniriz. Bilmediğimiz şey miydi? Değil. Ama sahte zafer sarhoşluklarının yakamızı bıraktığı ilizyonlardan sonra geriye kalanımızdır gece. Yakınlarımızın uzak olduğu; uzaklarımızın aslında ne kadar yakın olduğunu anlarız. Çıplak hissederiz kendimizi bu gerçek karşısında. Çıplak ve yorgun.

 

Kirpiklerimiz ağırlaşır. Keşke konuşmasa deriz yalnızlığımız bizimle. Keşle bıraksa yakamızı geçmişimizdeki olmamışlıklarımız… Makyajlar yaptığımız gizlerimizin rimelleri akmış, gerçek ortaya çıkmıştır artık. Öğündüğümüz herşey bir sıfırdır, kocaman bir sıfır…

 

Küsmemeliyiz geceye, yok. Sadece göründüğümüz dev aynalarında olmadığımızı daha iyi anlamalıyız artık. Gecelerimizin gerçekliğiyle gündüzlerimizi barıştırmalıyız. “Biz” olmalıyız kendimizle… Daha kaç tokat yiyeceğiz yalnız olmadığımız fikrini gerçek gibi savunurken? Kaç kere daha itileceğiz hayallerimizin yamacından aşağı?

 

Gelin bu gece, kendimizle barışalım. Yalanlarla kurduğumuz imparatorluklardansa gerçeklerimizin mahallesinde mutlu olalım. Gerçeklerin acımasızlığı, yalanların zamanı geldiğinde yüzümüze vurduğu tokattan daha sert değil ya…


H.Bektaş Önal


28 Ağustos 2020 Cuma

Tecavüzcü aklayanların değil; Cumhuriyet savunucularının bayramıdır 30 Ağustos

Hava sıcaklığı 40 derece ve üstünde. Ağustos ayı. Yıllardır aralıksız süren savaşlardan; yüzyıllardır geriye çekilen morallerden yıpranmış bir toplum. Silah yok denecek kadar az, mermi yok, orduya yemek dağıtılamıyor. Tek sahip olduğumuz şey; umudumuz ve vatan sevgimiz.


30 Ağustos halkın tamamını ilgilendirmiyor diyen sözümona bir yetkiliye inat, hepimizin bayramıdır 30 Ağustos. 30 Ağustos zafer benim diyebilenlerin; zafere yürüyenlerindir.


30 Ağustos muzaffer askerimizindir, geleceğimiz gençlerimizindir, vatan toprağı kadar mukaddes annelerimizin, namus bellediğimiz her değerimizindir.


30 Ağustos, 18 yaşındaki kızı kaçırıp 20 gün boyunca tecavüz eden Musa Orhan'ı 7 gün gözaltında tutup, bugün serbest bırakanların değil; kızlarımızın namusuna göz diken düşmanı yurttan atmak için canını ortaya koyan Mehmetçiğimizindir...


30 Ağustos, kanal projesi yapıp; çevresindeki her arsayı katarlılara, araplara, dış mihraklara satanların değil; "Vatan toprağına kocasını ve 2 oğlunu gömen" Kara Fatma'nındır, Ege dağlarını inleten Yörük Ali'nindir...


30 Ağustos sırf yandaş yayıncılık yapmadıkları için türlü bahanelerle Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu gibi gazetecileri içeri tıkanların değil; Yunan İzmir'e girdiği gün ilk kurşunu sıkan gazeteci Hasan Tahsin'indir...


30 Ağustos Soma'da madencilerimizi ölüme; madenci ailelerini tekmelere mahkum edenlerin değil; Akhisar'da şehit edilen 22 yaşındaki Kuvvacı Gördesli Makbule’nindir...


30 Ağustos, kardeşi kardeşi kırdırarak destan üretenlerin ya da gencecik askelerlerimizi sokağa çıkın diye yönlendirdikleri halka boğazlatanların değil; Çanakkale'de öldürülen düşmanların ailelerine seslenip "Çocuklarınız artık bizim çocuklarımızdır; Mehmetçikle kardeş kardeş yatacak" diyen Mustafa Kemal'indir.


30 Ağustos, Vatana ihanet belgesi olan Sevr'i savunma gaflatine düşenlerin ya da “Keşke Yunan kazansaydı.”  diyenleri baştacı yapanların değil; Lozan Fatihi, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nındır, Kazım Karabekir'indir, tüm Mehmetçiğimizindir.


30 Ağustos, yolcu garantili otoyol, araç garantili köprü, uçak garantili havalimanı, hasta garantili hastane yaptırıp devlet teminatı ile yurtdışına ülke kaynaklarını gönderenlerin, birilerinin zenginliklerine zenginlik katanların değil ya da Kurtuluş Savaşı'ndan sonra açılan kamu kurumlarını "babalar gibi sattım" diye öğünenlerin değil; Kurtuluş Savaşı mucizesinden daha da büyük mucize olan ülke kalkınmasını sağlayanların ve 1950 ye kadar yüzlerce fabrika açabilenlerindir.


Kendilerine ait vakıflar kurup küçücük çocuklarımızı "bademleyenlerin" değil; tüm Avrupa'nın gelişmişlik dehası olarak gördüğü Köy Enstitülerini kuranlarındır 30 Ağustos. İsmail Hakkı Tonguçarındır, Kurtuluş Savaşı devam ederken bile 1921'de Maarif kongresini toplayıp, düşmanla savaş cehaletle savaşmaktan önemli değildir diyenlerindir bu bayram...


Hastalıklarını ve yurt dışı gezilerini hep milli bayramlara denk getirenlerin değil, 15 Temmuz'un yıl dönümünde herkesi alanlara davet edip, 23 Nisan’da, 19 Mayıs'ta ve 30 Ağustos'ta kutlamaları sınırlandıranların değil; aklında, yüreğinde, evlerinde coşkuyla bayramlarını kutlayan, kuşaktan kuşağa Atatürk ve vatan sevgisini aşılayan senin, benim, hepimizindir bu bayram.


Bu bayram uzunun değil; 110 santimetre boyu olan Kuvva-i Milliyeci Ali Şamil'indir, kutlu olsun...


H.Bektaş Önal

15 Ağustos 2019 Perşembe

İyilik ve Kötülük


İyi ve kötünün savaşı tarihe hep destanlarla not düşülmüştür. Zeus’tan kapmamış mıdır ateşi Prometheus ve insanlığa sunmamış mıdır tanrısal en büyük gazaplara rağmen? 

İyi nedir? Neye göredir? Amacına göre mi sonucuna göre mi başlangıç koşullarına göre mi? Bunlar net ve billur bir şekilde mi karşımıza çıkıyor çoğu zaman? Bu işin terazisi nedir?

Eğer şanslıysanız Tolkien’in yazdığı ve Peter Jackson’un yönetmenliğinde efsaneleşen “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki/kitabındaki gibi iyi ve kötü keskin çizgilerle ayrılmış; iyiler yakışıklı ve güzel insanlar, kötüler ise çirkin yaratıklar olarak resmedilir. Uğraşmanıza gerek yok. Elf diyarı prensesi Arwen’den kötülük; tüm yapıt boyunca insan yiyen orklardan iyilik bekleyebilir miyiz? Tabi ki hayır. 

Gerçek hayatta da keşke bu kadar kolay olsaydı iyi ile kötüyü seçmek!.. Yönümüzü dönmez miydik hepimiz iyiler tarafına ve ardınızda bırakmaz mıydık kötüden gelenleri? Peki ya kötü ya da çirkin olan iyi görünüyorsa? Hatta daha da vahimi kötü olduğunu kendisi bile bilmiyorsa? İyilik aynasına bakıp “ayna ayna var mı benden iyisi bu dünyada?” diye sual verenler olmamış mıdır kötüler ülkesinde? 

Ya da iyi ya da kötü; güzel ya da çirkin bu kadar iç içe, bu kadar geçişken olmasaydı ne muhteşem olmaz mıydı? Söz gelimi bir ilişkide herşey yolunda iken karşımızdakini oh ne ala memleket diye görüp dünyanın en iyisi olarak görürken; ilişki sarsılınca aynı insan neden kötülükler başkanı seçilir nazarımızda? Yüzüne bile bakmaya kıyamadığımız simalar kendi çıkarsallığımız bittiğinde neden yüzünü bile görmek istemiyorumcular grubuna atıyoruz? Severken bizi Pers Ülkesi prensesi Arwen olan saygıdeğer abimiz işler tepetaklak olunca neden birden kötü, cani, başarısız Orklara dönüşüyor? Terazimize kaçan ne? Egomuz mu? Bana nasıl yaparcılık mı? Bana ha bana yapılır mı ulan bu?... Pardon? Neredeydiniz? Nereye geldiniz? 

Hesaplar Kitaplar... Yazıklar ahlar vahlar... Bir İnşaat projesinde hesaba kitaba ihtiyaç duyarız da bir aşkta neyin hesabıdır bunlar? Matematik denkleminde eşitsizlikleri çözmeye çalışırız da neden aynı uğraşı dostlarımızla ilişkilerimizdeki eşitsizliklerde gösteririz? Bırakalım dağınık kalsın denecek en müstesna yer değil midir gönül işleri? O benim mesajıma birkaç saat sonra döndü ben de ona haddini bildirmez miyim matematiğinde neden hep boğuyoruz güzel olan tüm duyguları? Biz duyguları pisliksiz tertemiz sevmemiş miydik? 

Biz iyi olanları kötü; kötü olanları iyi bilmişiz. Matematiği ego savaşında “ağır silah” olarak görmesek olmaz mıydı? İlk kim yaptı bu kötülüğü insanlığa? İlk sevdiği halde egosundan sevmiyor gibi yapan denyo kim? Kim Mimar Sinan’ın büyük aşkı Mihrimah Sultan İçin yaptığı 2 külliyedeki üstün matematikten vazgeçti? Yeri gelmişken altını çizelim 21 Mart’ta yani (Farsça’da güneş ve ay anlamına gelen) “Mihri-Mah” Sultan’ın Doğum gününde Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Ne ara aşktaki bu muhteşem matematiği aldık kopardık “sıradanlık” karanlığına nasıl ve ne ara gömdük?! İyi ne ara bu kadar çirkinleşti; kötü ne ara çekicileşti?!

İyi ve kötünün savaşı tarihe hep destanlarla not düşülmüştür. Zeus’tan kapmamış mıdır ateşi Prometheus ve insanlığa sunmamış mıdır tanrısal en büyük gazaplara rağmen? Belki de lanetlenmemizin bir sonucudur saygısız ilişkilerde -miş gibi yapma çabamız?.. 

Ah Prometheus hep senin başının altından çıktı değil mi bu işler? Belki de Zeus’tan çaldığı şey ateş değil “kötülüğün gücü” ydü... 



En kalbi duygularımla 

3 Kasım 2018 Cumartesi

Yaşam...




Sen... Yaşam...
Kucakladığımız her güzel kavram adına düş artık peşimizden...

Düş ki kurtulalım zamanın verdiği dejenere duygulardan, ezbere dokunuşlardan, “mış gibi” Sevişlerden...

Yaşam...
Verdiğin her erezyonun, her pişmanlığın vicdanımızı köreltmesine olanak verme. Bizler yalnızlık senfonisi çocuklarıyız... Her tarafımız insanlarla kaplı... Her kapladığımız boşluklarda bir o kAdar yalnızız...

Sen ki isyanların en büyüğü, sevinçlerin en görkemlisi... Sen; yaşam... Her zamanki çilekeş kölelerin efendisi... Esir aldığı ruhların sahibi... Yok ettiği duyguların, aşkların, dostlukların cani katili...

Düş artık yakamızdan, yaşam...
Bir Ümit Yaşar Oğuzcan dizelerinde gördüğümüz o son, o temiz, o yıpranmamış aşkı şimdi 12 inç ekranlarda yaşayan, dokunmanın hazzını duymaya değişen, hissetmeyi bilmeyen zavallı nesillere enjekte eden... Yaşam... 

Düş ki yakamızdan; tekrar mektubun zarftan önemli olduğu, var olmanın ne olduğundan önemli sayılıdığı o lezzetli yıllara geri dönelim...

Varsın bizi her geçen gün daha çok yalnızlaştıran ve ismine teknoloji dediğimiz o canavar yaşantımızda olmasın... Biz mesajlarda yaşamaya çalışma gafletinde bulunduğumuz o güzel duyguları İzmir’de güzel bir lodos esintisinin yüzümüzü okşamasında hissedelim...

Düş yakamızdan ki; biz o şemali kallavi, içi teneke olan insanlardansa bizi gerçekten sevecek, değer verecek, bizimle gebermek dahil her yolda bize yoldaş olacak o kutlu insanlara ulaşabilelim...

Yaşam... 
Tüm “değer” kavramlarımızı sahte güzelliklere, anlık hovardalıklara sattığımız Yaşam...
Kucakladığımız her güzel kavram adına düş artık peşimizden...

En kalbi duygularımla,

H.Bektaş ÖNAL